BİR AİLE'NİN SON ANLARI

Her vakit camiye gelir, farza durur, imam selâm verir vermez, son sünneti kılmadan, tesbih çekmeye kalmadan hemen camiden çıkar giderdi.

Bir, iki, üç ay derken bu, altı ay kadar devam etti.

Bu adam neden sünneti kılmıyordu, üstelik cemaatle birlikte tesbihe ve duaya da kalmıyordu? Kimdi bu adam, neden böyle yapıyordu?

Yoksa bir bildiği mi vardı? Neden herkesten ayrı hareket ediyordu? İyi, güzeldi ve her vakit camiye geliyordu da neden böyle yapıyordu?





Hakkında pek de iyi düşünmüyordu. Bir sebebi varsa da öğrenmeliydi. Belki yardımı olurdu. Sonunda bir namaz vakti mihrabı müezzine terk etti, kendisi arkada cemaate katılarak farzı kıldı.Maksadı bu adamı camiden çıkmadan önce yakalamak ve bir şekilde böyle davranmasının sebebini sormaktı.

Adam yine tam vaktinde camiye geldi, cemaatle farzı eda etti, imam selâm verir vermez de her zaman olduğu gibi hemen kapıya yöneldi. Tam çıkacakken peşinden yetişti imam ve durdurdu:
"Allah kabul etsin kardeşim" dedikten sonra merakını dile getirdi. "Aylardır merak ediyorum.
Geliyorsun, farzı cemaatle kılıyorsun, son sünneti kılmaya kalmadan ve tesbih çekmeden, duaya katılmadan aceleyle çıkıp gidiyorsun. Sizce bir sakıncası yoksa sebebini öğrenebilir miyim?"
Adam düşünceliydi. Dertli olduğu, bir sıkıntı içinde kıvrandığı bakışlarından, yüz hatlarından belliydi.
İmam efendiye derdini anlatmaya başladı:
"Hocam, evde hasta bir hanımım var, felçli, on üç yıldır, ne ayağa kalkabiliyor, ne kendi işini görebiliyor, ne de konuşabiliyor. Çocuklarımız da olmadı, başka kimsemiz de yok. Bütün ihtiyaçlarını ben görüyorum. Ben indirip kaldırıyorum, ben yedirip içiriyorum. Ezan okunur okunmaz da hemen camiye koşuyorum, eşimin bir ihtiyacı olur diye farzı kılar kılmaz çabucak kalkıyorum, eve dönüyorum."

Mahcup olmuştu. Adam hakkında kendisi neler düşünüyordu, adamcağızın hali neydi? Sadece teşekkür etmekle yetindi.
"Hocam," dedi, "isterseniz eve buyurun, bir çayımızı, kahvemizi içersiniz."
"Olur inşaallah, müsait bir günde geliriz" dedi.
Daveti kabul etti. Birgün kalktı, müezzinle birlikte hasta ziyaretine gittiler. Durum açıktı ve gözler önündeydi. Yılların ıstırabı sonucu kadıncağız erimiş, küçülmüş, bir yumak olmuştu. Sessiz sedasız yatıyor, sadece gözleri parlıyordu.

Sohbet esnasında evin sahibi bir sırrını paylaştı misafirlerle:
"Bir evim, bir de dükkanım var. Kimsemiz de yok. Düşündüm, taşındım, ben ölürsem bu kadına kim bakar? Aklıma bir çare geldi. Tapu dairesine gittim, evi de, dükkanı da eşimin üzerine tapu ettirdim. Ben öldükten sonra birisi çıkar da, evin ve dükkanın kendisine kalacağı düşüncesiyle belki bu kadına bakar. Ne dersiniz doğru yapmış mıyım?"





Evet doğru yapmıştı, hem de ne doğru. Bu sefer hayretibir kat daha arttı. Takdir duygularını dile getirmekten başka bir şey yapamadı.Hayatta ne insanlar vardı, Allah'ın ne güzel kullan yaşıyordu? Ne müthiş bir aileydi bu? Aralarındaki nasıl bir aşktı, nasıl bir sevgiydi? Hayır, hayır bu aşk falan değildi, bütünüyle bir şefkatti, hiçbir dünyevî karşılık beklemeden yapılan bir insanlıktı.

Aradan fazla bir zaman geçmedi. Komşulardan birisi acı bir haberle camiye damladı:
"Hocam," dedi, "sizlere ömür, hacı amcayı kaybettik. Bir cenaze salası verir misiniz?"
Şimdi üzülme sırası kendisine geldi. "Hacı efendi Allah'ın rahmetine kavuştu, ama bu felçli kadın ne yapacaktı, ona kim bakacaktı? Bir hayır sahibi çıkar mıydı acaba? En azından geride kalan eve ve dükkana sahip olmak için birisi bulunur muydu?"
Bu düşüncelerle gitti, salayı okudu. Namaz saatini bekliyordu. Yarım saat sonra bir haber daha geldi. "Hocam, Hacı amcanın eşi de rahmetli oldu."

Günlerden Cuma'ydı. Gitti, ikinci salayı da verdi. İki hak dostu, Allah'ın iki sevgili kulu mübarek bir günde birlikte yolculuğa çıkmışlardı, ebedler ülkesine...
Dünyada beraberlerdi, hayatları aynı yastıkta geçmişti. Biri gidince, geride kalan da dayanamadı ayrılığa, o da peşinden yola çıktı. Aynı âlemde buluştular.
Bu mutlu ve umutlu, bu nurlu ve huzurlu, bu sevdalı ve müşfik aileyi ne komşular unutabildi ondan sonra, ne de hoca efendi...







Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

KARI KOCA HAKKI (KISSa)

Hikmet ehli zatlar buyuruyor ki:
Bedir harbinden sonra, esirlere yapılacak muamele hakkında, Sa’d bin Muaz hazretlerinin ictihadı, Hazret-i Ömer’inkiyle aynıydı. Diğer Eshab-ı kiramın hepsi, fidye karşılığı salıverilmesini uygun gördüler ve karar da öyle oldu, fakat âyet-i kerime gelip, Hazret-i Ömer’le Hazret-i Sa’d’ın ictihadlarında isabet ettikleri bildirildi.

Peygamber efendimiz, (Azap bana gösterildi. Eğer Allahü teâlâ affetmeseydi, Ömer ve Sa’d hariç hepimiz helak olmuştuk) buyurdu. Sa’d bin Muaz hazretleri, Peygamber efendimizin çok yakını, çok sevdiği bir zattı. Müslüman olduğu için ona inanılmaz işkence yapmışlardı. Neticede bu zat vefat etti. Onun ölüm haberi Peygamberimizi çok üzdü, evine gitti, teçhiz ve tekfinde bulundu. Sonra kabristana giderken, önce hırkasını, sonra ayakkabılarını çıkardı. Tabutun bir bu tarafına, bir de öbür tarafına koşuyordu. Eshab-ı kiram da şaşkın bir vaziyette bakıyorlardı. Resulullah kabre indi, kabri düzeltti ve onu yerleştirdi. 





Her şey bitti, telkin verildi. Bu arada Peygamberimiz çok üzgündü ve rengi, benzi atmıştı. Eshab-ı kiram bu durumu merak edip sordular:
― Ya Resulallah, tabutu taşırken neden hırkanızı ve ayakkabılarınızı çıkardınız?
― Bütün meleklerin giyinişi böyle olduğu için.
― Peki, tabutun bir bu tarafına, bir öbür tarafına koşmanızın sebebi nedir?
― Kardeşim Cebrail elimi tutup bırakmadığı için.
― Kabirden üzüntülü çıkmanızın sebebi neydi?
― Kabir onu sıkmaya başladığı için dayanamadım.
― Neden?
― Hanımını, evdekileri üzmüş, kul hakkı doğmuştu.


Allah’tan korkmalı. Rastgele birinden değil, Cennetlik olan Eshab-ı kiramın büyüklerinden ve kabilesinin reisi olan Sa’d bin Muaz hazretleri gibi büyük bir zattan bahsediyoruz. Bizzat Resulullah efendimiz onun cenazesini taşıdı, cenaze namazını kıldı, kabre indirdi, buna rağmen böyle mübarek bir zatı kabir sıktı. O halde nasıl olur da, bir Müslüman eşini üzebilir?

İnsanın nefsi, azmış, kabarmış durumdadır, dediğini yaptırır, fakat bu bir gün muhakkak bitecektir. Herkes sonunda hareketsiz kalıp musalla taşında eşitlenecektir. Bütün ameller cisim hâlinde, mesela akrep şeklinde, yılan şeklinde, Cennet nimetleri şeklinde, önüne gelecektir. İnsanı ıslah edecek önemli bir şey var, o da ölümü hatırlamaktır. 





Hazret-i Ömer, (Yâ Ömer, sana nasihatçi olarak ölüm yeter) buyuruyor. Veysel Karani hazretleri de, (Akşam yattığımda Azrail aleyhisselamı karşımdaymış gibi, sabah kalkınca da yanımdaymış gibi görüp, her an ölümü düşünürüm) buyurmuştur. 

Böyle düşünen öfkelenmez, elbette melek gibi olur. Ölümü unutan ise azar, kudurur. Sanki hiç ölüm gelmeyecekmiş, hiç hesap sorulmayacakmış gibi, hükümranlık daima bendedir diye düşünür. Acı azaplara maruz kalınca eyvah dese de, artık pişmanlığı fayda vermez.





Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

HAYALET(Sizden Gelen Hikayeler)

Yaşadığı hayatın için de boğulmuş bir kişilik gibi düşün, beynini bütün kötü düşüncelerle doldurmuş, hastalıklı bir kişilikten bahsediyorum evet sen! Benim ütopyama hoş geldin demek isterim, seni anlayacak tek insan bence benim, buraya yazdıklarım ve senin hakkında düşündüklerim seni duyamasam da kim olduğunu bilmesem de, senin ile çok iyi anlaşabileceğimizi biliyorum.

Bir piyanonun ezgisinin boş bir odada yankılanıp kulaklarımıza estiğini düşünmeni istiyorum önce, sonra biraz şarap içmek istiyorum, kırmızı rujunu sürdüğün dudaklarının izinin kalmasını istiyorum kadehinde, konuşmak istemiyorum mesela bütün bu olaylar zincirinde, yavaşça kadehini pencerenin yanına koyduktan sonra ışığı kapatmanı istiyorum, ben mumları yakarken yeniden karanlıktan aydınlığa ulaşmak istiyorum çok fazla değil ama, sadece mum ışığının gözlerinde ki yansımasını görene kadar, bir geceye bütün bir yıl sığdırmak istiyorum seninle ya da bir hayat, saçlarının kokusunda bir ormanı hissetmek istiyorum, ellerinde dolunayı, teninde okyanusu, kirpiklerinde kuşları, bedeninde beni hissetmek istiyorum.





Bütün olmak istiyorum seninle, yarım kalan benliğimi tamamlamak, seni sen yapmak istiyorum. Sadece gözlerine bakarak bu iltifatları hiç konuşmadan aktardığımı düşünüyorum bence yaptım. Sonra sen kadehini tekrardan almak için pencereye yaklaşıyorsun, ve dışarıyı izlerken yakalıyorum seni hemen bahçedeki karların süslediği ağaca hayranlıkla bakıyorsun, dolunayın ışığını yansıttığı kar aydınlatıyor birazda olsa düşüncelerini, kadehinden bir yudum aldıktan sonra yeni bir iz bırakıyor kırmızı rujun kadehine, o kadar etkiliyor ki beni dudağından kadehe kalan her küçük detay, ünlü bir ressamın en muhteşem tablosu gibi. Sağ gözünün kirpiğine değen saçlarını, kırmızı ojeli iki parmağın ile hafifçe ittiriyorsun kulağının arkasına doğru, simsiyah saçların sadece mütevazi mum ışığına yaklaştığında bütün kıvrımlarını belli ediyor, pencereden uzaklaşıp piyanonun hemen yanındaki sandalyeye oturuyorsun, küçük parmağın kadehin arkasında, müzik hafiften yükselirken daha bir derin nefes alıyorsun, gözlerin ise hala pencerede, öyle çok konuşmak istiyorsun ama bu gece o karanlık düşüncelerinin bu güzel karanlığı bozmasını istemiyorsun, tek yaptığın derin nefes almak ve kadehinde yeni izler bırakmak. 

Şarabın hiç bitmesin istiyorsun mesela veya piyano hiç susmasın. Sonra simsiyah göz bebeklerin karanlıkta iyice büyüdüğünü fark ediyorum ve hemen ardından bir damla yaş süzülüyor ilk önce sağ gözünden göz kapağın kapanıyor daha sonra sol gözünden, piyanoyu bir saniye aksatıyor gibi oluyorum, kaşların hemen açı değiştiriyor, fark ettiğim an dikkatimi toplayıp devam ediyorum. 





Gözyaşların durdu, beyninden geçen her düşünceyi her kelimeyi hissediyorum, sanırım bu bana tanrının lütfu, mumlardan birinin bitmek üzere olduğunu fark ediyorsun, hemen yerinden kalkıp bir mum yakıyorsun odanın büyüsü bozulmasın istiyorsun, şuan yaşanan her şey bağımlılık yaratıyor beyninde, her geçen saniyede bir önceki ana dönmek istiyorsun bir önceki saniyeye, aslında aldığın her nefesin zehirli olduğunu fark ediyorsun, bir daha bu kadar mutlu olamamak böyle bir rüya yaşayamama korkusu sarıyor zihnini, bir örümcek ağı gibi, düşüncelerini okuduğum an başka bir ezgiye geçiyorum piyanomda, senin hastalıklı ruhun bir paratoner gibi bütün anlarda kötü düşünceleri beynine çekiyor. 

Yeni ezgiler biraz heyecanlandırıyor seni, şöminenin sıcaklığı da odayı etkilemeye başlıyor artık, üzerindeki hırkayı çıkarıp hemen yanında duran masanın üzerine bırakıyorsun, elbisen artık tüm bütünlüğüyle karşımda, sanırım biraz ısınıyorum, şöminenin etkisi olduğu konusu ise tam bir belirsizlik, bende ceketimi çıkarıp sana uzatıyorum asmadan hemen önce burnunda benim kokumu aldığını ve yüzünde o hoş gülümsemeyi görüyorum, bacaklarını kendine doğru çekip ayakkabılarını çıkartıyorsun önce sağ ayağında ki sonra sol, hemen masanın altına doğru koyuyorsun, ayakların daha sonra bacakların, belin, göğüslerin, boynun, yüzün derken istemsizce gözlerim ile seni baştan aşağı süzmemi istiyor ve başarıyorsun. 

Bir yudum daha şarap içtikten sonra, yavaşça bana doğru sandalyeni yaklaştırıyorsun artık daha yakınsın ve saçlarının kokusu teninin kokusuyla sağladığı müthiş uyuma cenneti bahşediyorum. Gözlerin artık sadece bana ait artık bedenlerimizin birbirini istediğini bütün vücudunda hissediyorsun, yavaşça ayağa kalkıp elini önce yanağıma sonra saçlarımın arasından boynuma doğru çok yavaş ve narin bir şekilde götürüyorsun, her detayını hayranlıkla izlediğim dudakların artık dudaklarıma çok yakın kırmızı rujunun çoğu şarap kadehinde kalmış olsa da hala mum ışığında görebiliyorum, sonra belinden vücudunu biraz ileriye alıp dudaklarıma yaklaşmaya başlıyorsun, üst dudağın üst dudağımın hemen altına değiyor her şey çok yavaş ilerliyor, zaman durmaya yakın dünyadaki tüm saatlerin pilleri bitmek üzere gibi, bir ıslaklık hissediyorum dolgun dudaklarının arasında ve rujunun tadı. 

Sol elini belime doğru uzatıyorsun biraz gömleğime dokunduktan sonra, kendini geri çekiyorsun gözlerimin derinlerine bakıp seni istiyorum dediğini anlıyorum, kendinden emin bakışların dikkatimi çekiyor sonra ellerinle gömleğimin düğmelerine yaklaşıyor ve tek tek inanılmaz bir titizlikle açıyorsun ve o an ayağa kalkıyoruz aynı anda ikimizde artık ne istediğimiz tüm saflığıyla netleşmiş durumda, yavaş adımlarla şöminenin hemen karşısında ki yatağa doğru yaklaşıyoruz gömleğimi sıyırıyorsun kollarımdan sonra üzerime uzanıyorsun, daha şimdiden terlemeye başladığımızı kalp atışlarımızın olağanüstü olduğunu fark ediyoruz bir saniye ve aynı anda duraksayıp gülümsüyoruz, üst dudağın üst dudağıma doğru hızlı bir şekilde yaklaşıyor bu sefer, aynı ıslaklık aynı tat, bu sefer daha uzun sürüyor her şey, ellerin sırtımda kırmızı ojeli tırnakların çiziyor sırtımı, hırçınlık sergiliyor arzuların, elbisenin askını atıyorum önce sağ omzundan daha sonra sol yavaşça sıyrılmasına yardım ediyorsun, artık göğüslerin ellerime ait elbisen ellerin ve ellerimle sıyrılmaya devam ediyor vücudundan, çıplaklığın gözlerime yansıyor bir ayna gibi, kendini orda görüp alt dudağını ısırdığını görüyorum, çok fazla zaman geçmeden bende gözlerinde kendi çıplaklığımı görüyorum, ellerimin bacaklarında gezdiğini senin ise sırtımda iz bırakmak istediğini fark ediyorum, nefes alıp verişlerimizin hızlandığını fark ediyorum aynı nefesi soluduğumuzu, alt dudağımdan kan tadı alıyorum bir kaplan ve av doğasıyla sevişiyoruz, sanırım kötü düşüncelerinin acısını çıkartıyor ve acı vermekten zevk alıyorsun ya da arzuların bu şekilde bilmiyorum. Emin olduğum tek şey var hiç bitmesin istiyorsun. 





İki yorgun beden uzanmış tavanı izlerken buluyorum bizi, yavaşça kalkıp sigaraya doğru uzanıyor hemen yatağın solundaki mumdan sigaramı yakıyorum, biraz içtikten sonra elimden alıyorsun, hırçın dudaklarının arasında bir sigaranın ne kadar şansı olabilir ki diyorum içimden ve gülümsüyorum sanırım bunu sesli söyleyemem, hala senden biraz korkuyorum. Sonra kadehe uzanıyorsun tekrar ve ben sonra son şarkıyı çalmaya piyanonun başına geçiyorum bir sigaralık vaktim var, sen sigara bittiğinde uyuya kalacaksın biliyorum. 

Bir hayat sığdırmak istenilen gece bütün sıcaklığıyla son bulacak ve güneş doğacak. Uyandığımızda ne bu oda ne bu piyano ne şarap ne şömine ne yatak hiç biri olmayacak, aslında sen geldiğinde ben her şeyi planlamış olmuş oluyorum gördüğün gibi, ama bu geceyi harfi harfine yaşadıktan sonra sana bunları okutacağım, sen ise benim hayallerimin kadını olduğunu belki yazdıklarımı yaşarken belki de tam şuan yazdıklarımı okurken anlayacaksın, seninle geçireceğim bir ömrün sadece bir gecesi bu o yüzden sen benim aslında yaşayacağım her geceyi önceden yazdığım bir kitapsın. Sürprizler elbet olacak sanırım o kitabı da sen yaşatıp ben yazacağım. Şarabım hazır seni beklerken her geçen gün daha da yıllanıyor bu da demek oluyor ki beklemekte iyi sonuçlar doğurabiliyor, ama sen yine de geç kalma şimdilik hoşça kal başka bir gecemde görüşmek üzere hayalet…

Konuk Yazarımız : Soulless





Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

KAYBOLAN KADINLAR: AZRA (Sizden Gelen Hikayeler)


Gecenin en karanlık anında, derin uykudayken bir sesle uyandım; “Öykücü!” Gözlerimi açmak istedim ama açamadım, hareket de edemiyordum. Birisi odamda dolaşıyordu. Nefes alış verişini duyabiliyordum. Başucuma yaklaştı;

“Öykücü! Benim öykümü de yazmalısın.” Öykücü? Ben miyim o? Ne zaman oldum? Oldum mu?

Soramıyorum, kas katıyım.

“Anneannem tam 87 yaşında. Yalnız yaşıyor. Kendine özgü şen kahkahaları var, hayata bağlı. Benim bestelerimi tüm dünyayla birlikte duyabilmeyi hayal ediyordu. Ben, 19 yıl, 2 ay, 4 gün yaşayabildim. Hiç tanımadığım insanlar… İnsanlar? İnsan mıydı onlar? Biliyor musun öykücü, ben küçükken en çok hain kurttan korkardım. Hani şu kırmızı başlıklı kızı yutan kurttan. Hayattayken yaşadıklarım, 19 yıl, 2 ay, 4 günlük kısmı hiçbir öyküye konu olmaya değmezdi. Ben ölümümle, ölüm şeklimle senin öykülerine konu olabilirim.





Beni çok seven birer anne ve babaya sahiptim. Beni ellerinden geldiği kadar iyi yetiştirdiler. Altı yaşından itibaren piyano dersleri aldım. Müziği çok sevdim, o da beni sevdi. Hayalimdi, tüm dünya beni müziğimle sevecekti. Kimin ne hakkı vardı beni zamansız, bu dünyanın dışına atmaya. Duydunuz, hepiniz duydunuz, haber oldum ben. Tüh dediniz, vah dediniz. Katillerime lanetler ettiniz. Sonra unuttunuz beni. Biliyor musun öykücü; ben daha âşık olmamıştım. Aşık olacaktım, aşk acısı çekecektim. Bu acıya bestelerimi saracaktım.

NEDEN? NEDEN? Söylemiş miydim? Benim anneannem tam 87 yaşında. Yalnız yaşıyor. Kendine özgü şen kahkahalarını hala atabiliyor. Bana inanıyor. Bestelerimi tüm dünyayla birlikte duymayı umut ediyor. Duyamayacak ama ben ölüyüm. Korkunç bir cinayete kurban gittim. Katillerimi hiç tanımıyorum. Katillerim, iki kişi… Hiçbir şey yapmadım ben onlara. NEDEN? NEDEN?

Şehir dışında okuyacağım ben dedim. Büyük şehirde… Çok inatçıyım. İkna ettim onları. Annem çok ağladı, beni bırakıp dönerken. Şimdi hala ağlıyordur. Babamı suçluyordur belki de. Babam desteklemişti beni, annemi o ikna etmişti. Kızına güveniyordu babam. Ben suçlu muyum? Giydiğim pantolon çok mu dardı acaba? Üstümdeki montu sezon sonundan yeni almıştım, ilk defa giyinmiştim. Kısaydı montum. 19 yıl, 2 ay, 4 gün… Dördüncü gün… NEDEN? NEDEN?

Bir insan, hiç tanımadığı, ona hiç zararı dokunmayan başka bir insanı neden… Sanırım bir belgeselde duymuştum ya da filmde; kurtlar çok aç kalırlarsa, yiyecek bir şey bulamazlarsa, sürüdeki en zayıf yavruyu yerlermiş. Bu bir ayin gibi olmalı, ilk darbeyi kim vuracak? Düşünemiyorum. Gözümün önünde kurtlardan oluşan bir halka, ortada zavallı yavru, kurtlar dönüyorlar yavrunun etrafında. Ben dokuz yaşına kadar çok hasta olurmuşum. Çok zayıf bir çocukmuşum. Ama biz insanız. İnsan? İnsanın bir tanımı var mı öykücü? Gerçek bir tanım diyorum. O tanımın içine beni bu hayattan koparanları da koymalısın.





Bak, benim tanımımı beğenecek misin: Yemini, suyunu yeteri kadar temin ediyorsa, çağın gerektirdiği konfordan yoksun değilse, cinsel ihtiyaçlarını karşılaya biliyorsa zararsız bir canlıdır. İyidir, hoştur, merhametlidir. Kaybedecek şeyleri ne kadar çoksa o kadar insandır insan. Ama bunlardan yoksunsa, kaybedecek bir şeyi yoksa dünyanın en tehlikeli canlısı olabilir. Uzak durmakta fayda var. Nasıl buldun bu tanımı? Sana anneannemden bahsetmiş miydim? Etmiştim tabi, 87 yaşında. Ben en çok anneanneme benziyorum. Onun kadar uzun yaşar mıydım sence? Bunu hiç bilemeyeceğim, kimse bilemeyecek. 19 yıl, 2 ay 4 gün sürdü yaşamım. Yaşamak istiyordum. Haksızlık bu! Haksızlık! Umutlarım öldü, hayallerim öldü. NEDEN? NEDEN?

Akşam karanlığı, eve doğru yürüyordum. Dalgındım. Yok, aslında aklımda bir melodi vardı. Hatırlamıyorum, hüzünlü bir şeydi. Eve varır varmaz notaya dökecektim onu. Hüzünlüydü. Evet, hüzünlüydü. Sanki birazdan yaşayacağım korkunç şeye… Ölüm marşı. Ah, keşke hatırlayabilseydim. Hatırlamıyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum. Gözlerimi köhne bir evde açtım. Üşüyordum, çıplaktım, canım yanıyordu, çok canım yanıyordu. Ayağa kalkmak istedim, yer ayaklarımın altından kaydı. Gördüm onları, katillerimi. Alkol… Çok şişe vardı. Bağırdım, avazımın çıktığı kadar bağırdım. Ben bağırdıkça onlar güldüler. Anladım, beni kimse duyamazdı. O, katledilmeyi belleyen kurt yavrusu gibiydim, çaresiz. ( Kalemim kırıldı, kalemlerimiz kırıldı. Üzgünüm, çok üzgünüm) NEDEN? NEDEN?

Benim öykümü yazar mısın öykücü? Adım Azra. Şey de: Azra bu dünya da sadece 19 yıl, 2 ay, 4 gün yaşadı. Hayatının son gününde bir öykü kahramanı olmaya hak kazandı. Ama o yaşamak istiyordu, uzun yaşamak, anneannesi gibi. Hayatını daha önce hiç tanımadığı iki insan aldı. Nedenini bilmiyor. O en çok da bunu merak ediyor; NEDEN?

Bir de öykünün adı Kaybolan Kadınlar: Azra olsun. Ben kadın sayılır mıyım öykücü?” Geldiği gibi gitti, hissettim. Neden sonra kendime geldim. Gözlerimi açtım ama yerimden kalkamadım bir süre. Kanım donmuştu sanki yeniden akışkan hale geçerken vücudum karıncalanıyordu. Hava yeni yeni aydınlanıyordu. İçim çok karanlıktı. Hareket yeteneğimi kazanır kazanmaz, kızlarıma bakmaya gittim; mışıl mışıl uyuyorlardı. Azra gibi avazımın çıktığı kadar bağırmak istedim o an: NEDEN? “

ÖYKÜCÜNÜN NOTU: Beni diğer taraftan takip etmenizden gurur duydum. Ama lütfen başka öyküsünü yazdırmak isteyen olursa, benden daha yetkin birini tercih etsin. Anlayışınız için teşekkür ederim.

Konuk Yazar : GÜLCAN AKSOY





Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

BEN ALLAH'A İNANIYORUM

Yolda giderken, yürümeye çalışan bir çocuk fark ettim. Elindeki değnekleri zorlukla kaldırıyor ve alt tarafı pek tutmayan vücudu ile bir sağa bir sola sallanıyordu. Yüzüne bakılırsa, on üç – on dört yaşlarından fazla değildi.

Sanki büyülenmiş gibi onu izlerken, aniden yere düştü.Hemen yanına koşarak kaldırmaya çalıştım.
Sessizce ağlıyordu.
- İnşallah bir yerin acımamıştır, dedim. Olur böyle şeyler sakın üzülme.
- Üzülmüyorum, dedi. Zaten ben pek üzülmem.
- İyi ama ağlıyorsun, diye atıldım.
- Kolum acıdı, dedi. Onun için her halde.





Bakmak için gömleğini sıyırdım. Sağ eli tam bileğinden kesikti. Bu yüzden bir değneği, diğerinden farklı şekilde yapılmıştı.

Ayağa kalktığında:
- Günde birkaç kez düşmeye alıştım, dedi. Geçen sene düştüğümde, elim araba altında kalmıştı.
Söyleyecek söz bulmakta zorlanıyordum. 

Teselli etmek için:
- Üzülme! dedim. Daha kötü şeyler olabilirdi.
Belki ilk defa yüzüme bakarak:
- Üzülmüyorum, diye gülümsedi. Zaten ben pek üzülmem.
- Biraz önce aynı şeyi tekrar etmiştin, dedim. Neden böyle söyledin?

Titreyen vücudunu, elinden geldiği kadar dikleştirirken:
— Çünkü ben, Allah’a inanıyorum, dedi. O’na inanan kişiler, hiç ölümsüz bir vücuda sahip olmayacak mı? Üstelik de sapasağlam bir vücuda.

Bu sefer sustum, her nedense bir şey söyleyemedim.

Teşekkür edip yanımdan ayrıldı.

O küçük kahramanın arkasından bakarken, “Acaba hangimiz daha mutlu?” diye düşünüyordum.






Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

CASUSUN İSTEĞİ (OSMANLI HİKAYELERİ)

osmanlı hikayeleri

Alman İmparatoru Şarklen'in Osmanlı'daki elçisi tarafından "Dünyanın en güçlü ordusu" olarak tanimlanan

Osmanlı ordusu, Birinci Viyana Kuşatması'ndan önce Budapeste önüne gelmiş, şehri kuşatmıştı.

Etrafta dolaşan şüpheli birini yakalayan askerler onu doğruca Başvezir ibrahim Paşa'nın huzuruna çıkardılar.

İbrahim Paşa ile o adam arasında şöyle bir konuşma geçti:





"Sen kimsin?"

"Kral Ferdinand'ın subayıyım efendimiz!"

"Demek casusluk niyetiyle geldin. Peki, ne öğrenmek istersin?"

"Görevim, ordunuz hakkında bilgi toplamaktı!"

"Anlaşıldı. Simdi git, istediğin bilgileri topla!"

İbrahim Paşa, sonra da ilgililere dönüp emir verdi:

"Bu casusa istediği her sey gösterilsin, sorduğu her şeye doğru cevap verilsin!"

Söylenenler yapıldı ve Alman subayı adeta misafir olarak ağırlandı Osmanlı ordugahını baştan başa dolaşan casus subay gördükleri karşısında hayretini gizleyemiyordu. İşi bittikten sonra tekrar huzura çıkarılınca

İbrahim Paşa'ya da durumu anlattı. İbrahim Paşa gülerek elini uzattı ve onu yolcu etti

"Haydi git, gördüklerini kralına anlat!"

Osmanlıların kendi güçlerinden ne kadar emin olduklarını gösteren güzel bir örnek, değil mi?

Öyle bir örnek ki, dünyada eşi ve benzeri ne görüldü, nede görülecek!

İşte büyük ordu, işte büyük devlet ve işte büyük devlet adamları.




Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

SEFİL YAKUP İLE TURNA KUŞ

aşk hikayeleri

Eski zamanlarda köyün birinde dul bir kadın ile oğlu yaşarmış. Oğlanın adı Sefil Yakup'muş. Bunlar,
Başak Beyi'nin hizmet karları olup, bağ bahçe işleriyle uğraşır, hayvanlarını otlatırlarmış.

Başak Beyi' nin ,Turna adında güzel bir kızı vardır. Bizim Yakup bu kıza aşık olur. Turna ile birbirlerini severler. Yakup bir gün anasına der ki "ana, ben beyin kızını seviyorum, illâ onu bana iste."
Anası da "yavrum, bey bize hiç kizını verir mi? Bizim ne malımız, ne de bir mülkümüz var. Biz onun kölesiyiz. Bir de bizi buradan kovarsa ne yaparız?" der. Yakup 'u bu işten vazgeçirmeye çalışır, ancak başarılı olamaz. 

Ana yüreği değil mi, mecbur kalır istemeye, varır beyin huzuruna ve der:
"Ağa; yüzüm kızarıyor, emme benim bir diyeceğim var."




Bunun üzerine Bey ''Söyle be kadin ne istiyorsun?"
Kadın başlamış konuşmaya. "Benim Yakup, sesin koza aşık olmuş, ben Turna'yı Allah' in emri, 
Peygamberin kavliyle Yakup'a istiyorum," der.

Bu sözleri duyan bey öfkelenmiş Vayt Nasıl olur da benim hizmetcim, kölem, benim kızıma talip olur, defol" deyip kadını kovar.

Yakup'u da zindana attırır Aradan zaman geçmis .Bir Cergi günlerden bir gün şehre alışveriş yapmaya
geliyormuş, Zindanın yanından geçerken Sefil Yakup'un söylediği türküyü duymuş. 

Çençi bu derti türküyü söyleyeni merak edmiş ve  Cergi varmış zindancı başına
"Zindancı başı! Beni türkü çığıran gençle bir görüştür demiş.
Zindancı başı da "Hadi be adam, senin işin mi yok? Olmaz öyle şey" demiş.
Zindancı başı aç gözlüymüş, Çergi bir miktar mecidiye bırakımış. Zindancı başı. paralan görünce
gözleri fal taşı gibi açılmış. Çerçinin dediğini kabul edmiş. Yakup'u getirmiş, çerciyle görüştürmüş.





Çerci Yakup'a: "Oğlum! Sen kimsin? Nerelisin? Suçun nedir?" diye sorar.
Yakup da "Ben filan köyde, filan kadının çocuğuyum. Kölesi olduğum beyin kızına aşık oldum. Ana-
mu istemeye yolladım. Ağa bunu duyunca beni zindana attırdı. O günden beri de ne biriyle konuştum
ne de birini gördüm," der.

Cerçi de "Sen dur. Ben sana birkaç güne kadar haber getireyim" der. Çerçi, köyden köye geçer,
nihayetin de Yakup'un köyüne gelir. Sokakta oyun oynayan çocuklara "Köyde ne var, ne yok?" diye 
sorar. 

Çocuklar da "Bey, kızını gelin edecek ya, kız da evlenmek istemiyorum' diye, ne yiyor, ne de içiyor. Ağa da, Kim benim kızıma yemek yedirir, içirir ise ona mükafat vereceğim.' dedi," diyorlar. Bunun üzerine çerçi, beyin evine gidiyor ve beye diyor ki:"Bey! Ben kızını belki iyileştiririm, onunla bir 
görüşeğim." 

Evvelce kadınlarla erkeklerin görüşecekleri yere perde çekilirmiş, kadınla erkek birbirlerine perdenin arkasından konuşurlarmiş. Çerçi başlamış soylenmeye... "Bağdat şehrinin Turnası, Gelin oluyor.
Aşiret beyinin Telli Turna'sı On bir ay oldu, Sefil Yakup'un zindana girmesi."Deyince kiz anlıyor. Turna, çerçiye Yakup'un nerede olduğunu soruyor.

Çerçi de: "Yakup zindanda. Ben onunla seni buluşturayım, ama zindancı başı çok açgözlü, bunun için para lazım," diyor. Turna, ziynetlerini çerçiye veriyor,Kendisi de yemeğe, içmeğe başlıyor. Çerçi, zindanca başına paraları veriyor ve Yakup'u zindandan çıkarıyor. Yakup'a da Akpınar'ın başında beklemesini söylüyor. 

Turna'ya haber vermek için beyin evine geliyor ve başlıyor söylemeye: 
"Atımı bağladım, Aşiret beyinin avlu taşına.
Yeni girdim,On iki on dört yaşıma.
Turna sevdiğini getirdim,Akpınar'ın başına..."Dedikten sonra, 

Turna haberi alıyor. Bakıcısına söylüyor. Cerçiye de atları hemen hazırlatmasını ve
anladığını belli etmek için,
"Bir gömlek diktirdim,Yakası al olsun.
Benim sevdiğim kızın,Yanakları şeker
Dudakları bal olsun."Deyip bohçasını alıyor, ata binerek Akpınar'a varıyor. 

Yakup  ile buluşup kaçıyorlar.







Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

ZEYNEP KADIN

gerçek hikayeler

-Ana yetiş, kapı çalınıyor!
-Üstüme iyilik sağlık, bu saatte kim olsa gerek
-Belki Hasan’dan bir haber geldi, içim öyle diyor, yetiş ana!

Gelinin bu sözü üzerine Zeynep Kadın telaşla yerinden fırladı ve sokak kapısına koştu. Gelen, köyün ihtiyar zaptiyesi Osman Efendi idi.

–Osman efendi, mektup mu var?
-Evet, fakat doğrudan sana değil, hele başını ört de azıcık mescide kadar gel, sana söyleyeceklerimiz var.

Zeynep kadın, Osman Efendinin bu şekilde çağrışından az çok meşum bir haberin kokusunu almakla beraber, metanetini kaybetmedi. Fakat ortalığı telaşa vermedi. Çünkü gelini dokuz aylık hamileydi ve evin iç kapı eşiğinde, karanlıkta onları dinliyordu.





-Ana kimmiş, ne varmış?
-Hiçbir şey yok, Osman efendi gelmiş, mektup var diyor. Mescide kadar gidip İmam efendiye okutacağız. Hemen üzerine bir şeyler alıp evden çıktılar. Biraz sonra köyün küçük mescidinde idiler. İmam efendi evvela kemal-i dikkatle zarfın üstünü okudu:

“Aydın Vilayeti dahilin de Karaağaç kazasına tâbî Çınarlı karyesinde zaptiye çavuşu Osman efendi eliyle Merhum Musa kahyanın haremi Zeynep Hanıma mahsustur”

-Mektup kimden hoca efendi, aman imzaya bak, mektup kimden? Diye inledi Zeynep Kadın. İmam Efendi mektubu yavaş yavaş ve süze süze, içinden okudu. Zeynep Kadının sabrı tükeniyordu:

-Aman hoca efendi söyle ne olmuş? Hasan’dan mı? Hoca efendi ağır ağır başını kaldırdı ve:

-Hasan şehid olmuş, sizlere ömür!...

Zeynep kadın çömeldiği yere yığılıp kaldı. Sonra derinden derine hıçkırmaya, inlemeye başladı. Osman efendi ile Hoca efendi, boşalsın diye bir müddet ona dokunmadılar. Sonra ikisi birden ayağa kalktılar ve Zeynep kadını omuzlarından tutup kaldırmak istediler. Fakat o, sarsıla sarsıla ağlıyordu ve kendinden geçmişti:

-Ah yavrum ah! Diye sızlanıyor ve elleriyle göğsünü yırtmak ister gibi hareketler yapıyordu. Sonra birden sustu ve başını iki tarafa sallayarak:

-İki üç gün sonra bir de yavrusu dünyaya gelecek. Yavrum gitti, yavrusu geliyor.Bu sözler üzerine Osman efendi:

-Öyleyse kendini topla, sesini kes! Gelinin meseleyi işitirse iki cana birden kıyılmış olur. Haydi gözünün yaşını sil de gelinin bir şeyin farkına varmasın. Dedi. Bu sırada imam efendi söze karıştı ve:

-Şehide ağlamak günahtır. Hem de Cenab-ı Hak sana bir lütufta bulunmuş. Birini aldı, diğerini gönderiyor. Zeynep kadın, bağrına taş asarak evine döndü. Kapının arkasında bekleyen gelini:

-Ana ne varmış? Niye bu kadar geciktin, meraktan çatlıyorum, söyle ana ne var?





-Hiiç...iyilik, iyilik kızım. Sana selamı var, iyilik kızım...Can verilen saniyedeki kadar müthiş bir an içinde söylenen bu sözleri müteakip Zeynep kadın kapının önüne yığılıverdi. Fakat yanı başında duran gelinine karşı metanetini kaybetmeden, gittikçe bütün varlığını kaplayan yasın ateşlerini örtmek için oracıkta bir hile buldu:

-Şuracıkta...işte şuracıkta... ne oldu bilmiyorum, sanki bastığım yer birden kayıverdi, ayağım öyle bir burkuldu ki, acısı burnumdan çıkıyor, diyerek sürüne sürüne kendisini içeri atıverdi. Bütün bir gece,

“Ah evladım” yerine “Ah ayağım” diye ağladı. Gelin ise bu hilenin farkına varmadı ve kendi ağrılarını unutup kaynanasını teskine çalıştı.Bu kara gecenin üstünden dört gün geçti.

Şehid Hasan’ın zevcesi sabaha karşı nur topu gibi bir oğlan dünyaya getirdi. Zeynep kadın çocuğu kucağına alınca bir an için gönlünün yasını unutur gibi oldu ve gözleri yaşla dolu, sesi hıçkırıklı, ağzının yeni doğanın kapalı bir gonca halinde duran kulağına yaklaştırıp:

-Küçük melek, sen Cennetten geliyorsun! Muhakkak orada babanla görüştün, çünkü her tarafında onun kokusu var, bizim için bir şey demedi mi? Söyle rahatı nasıldır? Derken büyük anne, çocukla birlikte ağlamaya başladılar...







Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

BU MİLLET İLE DÜNYA FETH EDİLİR


İstanbul'un henüz feth edilmediği zamanlarda Edirne'de bulunan Sultan Mehmet, fetih hazırlıklarını yaparken diğer bir taraftan halkın durumunu kontrol etmeyi ihmal etmiyordu.
Ona göre önemli olan milletin birlik beraberlik içinde olmasıydı. Bunu fethin gerçekleşmesinin sartlarından biri olarak görüyordu.

Sultan Mehmet bir sabah kılık kıyafet değiştirip pazara çıktı. Satılan malların kalitesini, fiyat durumunu ve esnafın halini kontrol etmek için, Edirne'nin çarşılarını gezmeye başladı.





Sultan Mehmet, sokağın başındaki ilk dükkâna girdi. Selam verdikten sonra:
"Bana yarım batman yağ, yarım batman bal ve biraz da peynir veriniz," dedi. Müşteriyi güler yüzle karşılayan esnaf, selamı alıp memnuniyetle yarım batman yağı tarttı. Yağı verirken, karşısındakinin padişah olduğundan haberi yoktu:
"Ağam, dilerseniz bal ve peynir verebilirim. Ancak ben bu yağı satarak siftah ettim. Diğer isteklerinizi de daha siftah etmeyen karşı komşumdan alırsanız memnun olurum."

Bu duruma içten içe sevinen padişah karşı dükkâna geçti.
Yarımşar batman bal ve peynir istedi. Dükkân sahibi yaşlı adam balı tarttıktan sonra:
''Allah'a şükür bugün de siftahımızı ettik. Ancak peyniri henüz siftah etmeyen komşumdan alırsanız sevinirim. ''

Sultan Mehmet diğer dükkan dan peyniri aldıktan sonra.
"Bu millette bu yüksek ahlak varken değil İstanbul dünya alınır," diyerek çarşıdan mutlu bir şekilde ayrıldı.






Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...

YALAN DEĞİL DERSEN BORCUNU ÖDE

Padişahın biri:

'' Bana yalan söyleyebilene bir küp dolusu altın vereceğim!" demiş.

Yalancılar hemen saraya koşuşturup başlamışlar yalanlara

Birisi:
- ''Bir kuş aslanı kapip yuvasına götürdtü." demiş.

Padişah:

- ''Bunun neresi yalan? Kuş kartaldır, arslan da kuzu kadar minik bir yavru. Kapti mı götürür tabii!"

Diğeri:

- "Komşu ülkede bir eşeği kral yaptılar!" demiş.

Padişah:

- "Ülkenin kralı pencereden aşağı bakınırken tacini düşürmüş. Taç da pencerenin altındaki eseğin başına geçmiş. Tabiiki taç kimin başında ise kral odur." demiş.

Başkası

- ''Padişahim ben gökyüzüne bir ok attım. Altı ay sonra geri geldi!" demiş.

Padişah:

- "Senin ok bir ağacn üstüne düşmüştür. Ağaç sonbaharda yapraklarını dökünce takılacak yer kalmayinca yere düşmüştür."

Böylece, padişah her yalana gerçek bir bahane bulmuş ve kimse padişaha bu yalandır dedirtememiş.
Ama bir gün bir Kayserili gelmiş:

- "Padişahim sen benim babamdan borç olarak bir küp dolusu altın almıştın. Onu şimdi geri almaya geldim.

- '' Yalandır dersen ödülümü ver, ''

- '' Yalan değil dersen borcunu öde!"









Yaşam Tadında Hikayeler

Severek Beğenerek Okuduğunuz hikayelere Android uygulamımızı indirerek cep teleofnlarınızdan ve Tabletleriniz ile de Rahatlıkla Ulaşa Bileceksiniz,Yorum ve beğenilerinizi bekliyoruz...


YASAL UYARI: Sitemiz de yer alan materyalleri izinsiz kopyalamak ve kullanmak 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. '